Uzunca zamandır üzerine yazmak istediğim bir konuydu bu. Aslında çok oldu yazmak istediklerim, ama hem şartlar el vermedi hem de dürüst olmak gerekirse ben tembellik ettim. Aklımda şu an yine bir şeyler var ama bakalım bundan sonra ne olacak…
Bu 2020’yi -evet, takvim yılı olan- suçlama furyasının bir türlü dinmemesi benim için ikinci bir şans oldu adeta. Ocak ayından beri aklımın bir köşesinde olan bu fikir diğerleri gibi ben yazamadan gündemden düşüp tarihin derinliklerine karışmadı. Çünkü insanlar bu geyikten bir türlü vazgeçmedi. Bugün hâlâ bir yerlerde bu söylemin kendine yer bulduğunu deneyimlemek mümkün. Benim burada anlatmak istediğim ise, materyal olandan kopup giden insanlığın daha çok 2020’ler görmeye mahkum oluşu.
Öncelikle evet, 2020 yılı çoğumuz için zorlu geçiyor. Ölümler, yangınlar, depremler, küresel salgın, ekonomik kriz, ırkçılık, nefret ve faşizm bütün bir yıl boyunca peşimizi bırakmadı. Neredeyse her gün dünyanın başka bir köşesinden başka bir can sıkıcı haber alır olduk. Bunları inkar etmiyorum. Benim takıldığım şey, çoğumuzun bu yaşananlar karşısında hayrete düşmesi. Tüm bu kötülükleri 2020 yılının getirdiğine dair ortalıkta dolaşan söylem, aslında bizim için tüm bu yaşananların olağanüstü durumlar olduğuna dair inancımızdan temelleniyor. Bir başka deyişle 2020 yılı, olmaz denenlerin olduğu istisnai bir zaman dilimi olarak algılanıyor. Oysa burada asıl cevap vermemiz gereken üç soru var: (1) Tüm bunları neden yaşıyoruz, (2) bu yaşananları önleyebilir miydik ve (3) oldu ki başımıza bu musibetler geldi, yine de her şeyi daha kolay atlatabilir miydik?
Öncelikle neden 2020 yılında tüm bunlar başımıza geliyor? Bu sorunun yanıtı çok eski tarihlere dayanıyor. Benim için bu yazıya dair en zor şey tarihsel bütünlükten spesifik bir aralık seçmek oldu doğrusu. Ama bence aslan payı 1492 yılına düşüyor. Yani Kolomb’un Amerika’ya ilk ayak bastığı yıl… Nedenini şöyle açıklayayım: Bence bugün içinde bulunduğumuz durumun temelinde, somut dünyanın ekonomi-politiğine yön veren üç akım yer alıyor. Bunlar antroposantrizm, emperyalizm ve kapitalizm. Bu üçlü hakkında çok uzun konuşabilirim. Ama burayı daha kısa ve anlaşılır tutmak istiyorum. Özetle: Antroposantrizm, yani insan-merkezcilik, bize insanlar olarak dünyadaki en muktedir ve layık tür olduğumuz fikrini aşıladı. Birtakım özcü argümanlar etrafında insanın tarihi ancak ve ancak insan için yazmasına vesile oldu. Kapitalizm ise temelini bu noktadan alarak özcü hiyerarşinin şu ana kadarki en gelişmiş konumuna bizi ulaştırdı. İnsan etkinliği üretmek değil kâr etmek oldu. Ve tabii ki dışladığımız milyonlarca türden sonra, elde kalan tek tür içinde de bu etkinliğe muktedir ve layık olanlar çok ufak bir azınlık olarak ayrıştı ve yükseldi. Bu üçgenin uygulayıcısı ise emperyalizm oldu. 1492’de başlayan coğrafi keşiflerle birlikte kapitalizmin kurulması için gereken üç olguyu -yani sömürülecek insan emeğini, dönüştürülecek doğal ham maddeyi ve kâr döngüsünü başlatacak ilk sermaye birikimini- formüle dahil etti.
Peki günümüzle bunların alakası ne? İşte bu sorunun cevabına ulaşmak için öncelikle iki önemli savı kabul etmemiz gerekiyor: Tarih (1) bütünsel bir şekilde işler ve (2) materyal olan üzerinden şekillenir. 1492’de dünya kumaşında açtığımız o ilk sökük takip edildiğinde geldiğimiz nokta burası oluyor. Başımıza gelen bütün afet ve musibetlerin temelinde bu çok küçük azınlığın kâr yönelimselliği sonucu doğada yarattığımız tahribat, dezavantajlı konuma getirip sömürdüğümüz gruplar ve bu düzenin garantörü siyasi otoriteler yer alıyor. Farklı kültürlerin yaşayış biçimleri yahut diyetleri üzerinden şekillenen ırkçı açıklamalar bir türlü bilimsel olarak kanıtlanamazken; yıllardır süren birçok çalışmada, dünyanın her köşesinde vahşice ve şuursuzca süren ekosistem katliamlarının bu tarz afet ve salgınlara yol açacağından defalarca bahsediliyor. Burada çevresel değil, iktisadi bir yerden yaklaştığımı belirtmek istiyorum. Bütün bu ekolojik katliamların temelinde insanın doğaya yönelik beslediği özsel nefret ve yok etme arzusundan ziyade -çünkü böyle bir şey yok-, ucuz ve bol kaynak kullanımı sayesinde zapt ettiği artı değeri büyütme hırsı yatıyor.
Dolayısıyla ikinci sorunun cevabını vermek çok kolay: Evet, önleyebilirdik. 2020 yılının -ya da herhangi bir başka zaman diliminin- kendinden menkul bir kaderi, tasarımı, gelişimi mevcut değil. Tarihsel bütünlük içinde attığımız adımların çıktığı yer burası işte. O yüzden 2020 yılının bitmesi hiçbir şeyi çözmeyecek. Aynı adımlar, hatta daha beterleri atılmaya devam ediyor. Dolayısıyla 2021’in daha kötü olması kimseyi şaşırtmamalı. O yüzden bizim bitirmemiz gereken yıl 1492 ve daha onun gibi yüzlercesi. Biliyorum bu söylemim biraz sinir bozucu. Ne yani, önerdiğim şey bir zaman yolculuğu mu? Bin yıl önce yaşanmış, geçmiş, gitmiş şeyi değiştirme arzusu laf salatasından başka bir şey değil gibi geliyor. İşte bu da bizi üçüncü sorumuza getiriyor.
Madem bunlar başımıza geldi, bu süreci daha iyi yönetebilir miydik? Tabii ki evet! 1492 yılını geri alamayız, ama o yılda yaşananlar üzerinden temellenen ve bugün içselleştirilen birçok düşünceden kendimizi kurtarmayı deneyebiliriz. Çünkü yine, bu düşünceler bize ait özsel yahut kalıtsal olmaktan ziyade tamamen bağlamsal ve olumsal ürünler. Ne yazık ki çok derinlerde konumlandıkları için, yüzeyi kaşıyan bizler için erişmesi ve değiştirmesi imkansız olgular gibi gözüküyorlar. Amerika’da başlayan ve tüm dünyaya yayılan “Black Lives Matter” hareketinin bence yarattığı en önemli kazanım tüm bu ırkçılığın ne kadar içselleştirilmiş ve kurumsallaştırılmış hâlde mevcut olduğu bilinci. Aynı şekilde cinsiyetçilik, türcülük ve kâr odaklılık da içselleşmiş ve kurumsallaşmış bir şekilde hayatlarımızı ve dünyamızı mahvetmeye devam ediyor.
İşte derinlerde gömülü bu problemin gündelik hayatlarımızdaki tezahürü de 2020 yılını, Çinlileri, yarasaları, evde kalmayanları, maske takmayanları suçlamak gibi üstenci, bilimsellikten uzak ve dünyanın somut koşullarından kopuk tepkiler olarak karşımıza çıkıyor. Bu küresel salgın döneminde büyük oranda işçiler ve azınlıklar hastalanıyor ve ölüyorken, bir yerlerde avantajlı ve şımarık kesimler “Virüs zengin-fakir, ünlü-ünsüz ayırmıyor” geyiği yaparak bu yakıcı ve somut gerçekliği yine romantize edip bambaşka diyarlara götürüyorlar. Apolitize olup tarihsel ve ekonomik bağlamdan kopan bu insanlar, bir avuç takipçisine evde kalmanın önemini anlatıp dünyayı kurtarıyor; sonra da gidip bugün “Fahrettin Koca mı övsem Mansur Yavaş mı Haluk Levent mi” diye yeni gündemine giriş yapıyorlar. Bu esnada ise milyarlarca insan yine çok küçük bir azınlığın servetine servet katmak için hayatlarını riske edip emek harcıyor, sağlık sistemine eşit erişim hakkı bulamayan milyonlar ölüyor, düzeni devam ettirmek ve kârlılığı artırmak için yüz binlerce ekosistem katlediliyor.
Yani uzun lafın kısası, eğer 2020’nin bitmesini ve bir daha böyle bir yılın yaşanmamasını istiyorsak; (1) bu derin ve sersemleştirici metafizik uykusundan uyanıp yeniden materyal olana dönmemiz, (2) o materyal olanda yüzyıllardır besleyip büyüttüğümüz sömürgeci ve sömürücü değerlerimizle yüzleşmemiz ve (3) bu değerlere karşı çıkıp onları yıkacak iradeyi -yani eşitlik, adalet ve dayanışmadan yana olan politik duruşu- göstermemiz gerekiyor.