1
Şili, Lübnan, İspanya, Hong Kong, Irak, Ekvator, İran, Fransa… Bu ülkelerin ortak noktaları neler? Farklı coğrafyalar, farklı sosyokültürel yapılar, farklı ekonomiler, farklı geçmişler ama ortak bir fenomen: Halk ayaklanmaları.
Dünyayı kasıp kavuran, her gün farklı bir noktada patlak veren bir olgu bu artık. Halk; evinde oturarak kaderinin başkaları tarafından tayin edilmesini beklemekten sıkılıp sokağa çıkmaya, kendinin olanı geri almaya çalışıyor. Birbirinden çok ayrık gözüken bu toplumları ortak bir kümenin içine alan da bu ayaklanmalar.
2
Ama tabii ki bu ortaklık soyut ve yapay bir temel ile kurulmuş değil. Tüm bu protestoların arkasında oldukça somut bir hayat gerçekliği yatıyor: Eşitsizlik. Bardağı taşıran değil, aynı zamanda dolduran bu eşitsizlik insanların tahammül sınırlarının ötesine geçmiş durumda.
Çok çalışarak hiç çalışmayanları zengin eden, her günü bir hayatta kalma mücadelesi şeklinde geçen kitleler bu eşitsizliğe ve adaletsizliğe karşı ses çıkarmaktan başka şansları olmadığının farkına vardı. Yasal kanalların aslında bir çıkmaz olduğunu, oyalamak ve geçiştirmekten başka bir işlevi yerine getiremediğini gösteren tarih bu kitlelere sokağı işaret etti.
3
Peki neden bugün? Eşitsizlik çok uzun zamandır gerçekliğimizin değişmez, kurucu bir parçası. Sanılanın aksine ücra köşelere gizlenmiş bir olgu da değil. Herkes bu eşitsizliğin farkında olarak yaşamaya devam ediyordu. Ne oldu da bir anda buna karşı ses çıkarmaya başladılar?
Sistemin kilit noktası bu eşitsizliğin içselleştirilmesinde ve kabullenilmesinde yatıyor. İnsanları ses çıkarmaktan alıkoyan şey sistemin bahşediyormuş gözüktüğü ufak faydalar. Aslında oldukça temel ve insani haklar olan bu faydalara sahip olmak sanki kapitalist sistemin devamlılığına bağlıymış algısı -ki bütün ideolojik aygıtlar ve kurumlar bireyin doğumundan ölümüne kadar bu algıyı yaratmak için varlar ve çalışıyorlar- insanların bu eşitsizliği sineye çekip yoluna bakmasına neden oluyordu.
Ama bugün kapitalizm, doğası gereği, bir ekonomik kriz sürecinden geçiyor. Ve tabii ki, yine doğası gereği, bu ekonomik krizin bedelini sermaye sahiplerine değil, sömürülenlere ödetmeye çalışıyor. Bu yüzden ekonomik krizden etkilenenler asla zenginler olmuyor, aksine onlar bunu daha da zenginleşmek için bir fırsata dönüştürüyorlar. Bu kapsamda ekonomik kriz zamanları, sömürülen kitleler için sistemi sorgulama ve sineye çektiklerini gün yüzüne çıkarma dönemleri hâline geliyor. Bugün çok farklı bağlamlarda bu eşitsizliğe karşı ses çıkarılmasının önünü açan unsurlardan biri de içinde bulunduğumuz bu ekonomik kriz.
4
Kitlesel tepkilere yol açan bir diğer unsur ise giderek artan politik baskı. Yok olmamak için büyümeye ve ilerlemeye mahkum olan sermaye sahiplerinin, zamanla ilerleyen bilimsel ve teknolojik gelişmeler sonucunda sömürüyü artırması kaçınamayacakları bir zorunluluk hâline gelmiş durumda. Çünkü son yıllarda bu ilerlemeler, çoğunlukla, sistemin üretim ayağına değil, tüketim ayağına yönelik şekilde fonlandı ve geliştirildi. Bu da rüya -aslında kâbus- düzeyinde bir talep patlamasını beraberinde getirdi.
Pik noktasını yaşayan meta fetişizminin ve tüketim çılgınlığının gerekliliklerine karşılık vermek üzere, özellikle ucuz iş gücünün olduğu ülkelerde, kârlılığı korumak adına egemen sınıfın siyasi aygıtları eliyle giderek artan bir politik baskı süreci de başlamış oldu. Devletler her geçen gün halkın katılımından ve denetiminden uzaklaştı; halkın karşısında olan tutumunu pekiştirdi. Sorunlarını meşru politikayla çözme konusunda sürekli katlanarak artan bu umutsuzluk da halkın çözümü sokakta aramasına vesile oldu.
5
Öte yandan, her ne kadar bu ses çıkarmalar umut verici olsa ve değişimin ayak sesleri olarak yorumlansa da; sistem bunun karşısında tüm ekonomik ve politik aygıtlarıyla oldukça sağlam bir şekilde direnmeyi sürdürüyor. Sokaktan değişimin çıkmaması, hareketlerin baskı ve şiddet ile bertaraf edilmesi günün sonunda karamsar bir tablo meydana getiriyor.
Bunun örneğini 2013 sonrası ülkemizde de gördük. Hem Gezi’nin istenilen şekilde son bulmaması, hem de Gezi’den ders alan iktidarın otoritesini ve baskı aygıtlarını daha da artırması; Türkiye’nin bugün sistem karşıtlarına en ufak bir manevra alanı dahi bırakmayan yapısını almasında büyük rol oynadı. Bunun sonunda korku, umutsuzluk ve apolitikleşme ciddi oranda artış gösterdi. Bu yüzden Gezi’nin romantize edilmesi değil, tarihsel bir bağlama oturtulması ve gerekli eleştiriler ve düzenlemelerle tekrar ele alınması gerekiyor.
Gerek ülkemizdeki tecrübeden, gerekse dünyada süregelen hareketliliklerden yola çıkarak tespit edebileceğimiz iki büyük sorun/eksiklik mevcut: (1) Halk hareketlerinin örgütsüzlüğü ve (2) ideolojik altyapı eksikliği.
6
Bireysel kurtuluş fikri neo-liberal düzenin yarattığı bir illüzyondan başka bir şey değildir. Zaten kendiliğinden sorunlu olan, günlük pratiklerimizde karşılaştığımız sıkıntılarımızın temelini oluşturan, sömürüden ve eşitsizlikten beslenen bu sistemin içinde kalarak farklı bir sonuca ulaşacağını sanmak ileri düzeyde saflık, hatta aptallıktır. Bu yüzden eğer bir şeyler değişecekse ve düzelecekse, bu ancak topyekûn bir şekilde mümkündür. Çünkü verilen bu mücadele aslında; sömürülen, ezilen ve zincirlenen %99’un, kendisi üzerinden gününü gün eden %1’e karşı verdiği haklı ve güçlü bir mücadeledir.
Bu birlikteliğin önüne geçmek içinse; egemen sınıfın elinde olan aile, medya, eğitim gibi kurumlar vesilesiyle sol örgütler öcüleştiriliyor ve aslında sistemden kaynaklanan sorunların suçlusuymuş gibi gösteriliyor. Bu yüzden ne zaman bir halk hareketi olsa, bunun sol örgütleri dışlayan bir yapıda gerçekleşmesi güzelleniyor ve asıl başarı bu şekilde gelecekmiş izlenimi uyandırılıyor. Oysa bu şekilde günün sonunda gerçekleşen, halkın sokaklarda teker teker kolluk güçleri tarafından adeta avlanmasından başka bir şey olmuyor ve bir önceki kısımda bahsettiğim kasvetli, umutsuzluk ve baskı dolu ortam insanları hakimiyeti altına alıyor.
“Siyaset üstü” terimi “apolitik” teriminin süslüsüdür. Günlük, pratik hayatın politikadan kendini soyutlayabileceği en ufak bir alan dahi yoktur.
7
İdeolojik bir altyapının varlığıysa, bu birlikteliğin temellenmesi ve sağlamlaşması için oldukça elzem. Çünkü mevcudiyetini mevzubahis %99’u birbirinden ayrıştırmaya bağlayan bu sistem, kimlik siyasetini ve bireysel özgürlükçülüğü teşvik ederek bu kitlenin; (son derece somut ve gerçek olan) iktisadi bir temelle bir araya gelmesinin önüne geçmeye çalışıyor.
Bu noktada, aslında oldukça açık olan ama sürekli bir şeylerin arkasına saklanmaya çalışılan asıl çelişkinin, yani sömürülen ile sömüren arasındaki çelişkinin, altının ısrarla çizilmesi; statükodan rahatsız ve sokağa çıkacak kadar değişimde kararlı olan kitlelerin bu temelde bir mücadele vererek bu mücadelelerini sistemin kalbine yöneltmeleri ve günün sonunda başarılı olmaları için büyük bir öneme sahip.
8
Tüm bu halk hareketlerinden konuşurken, Bolivya’da yaşananları bilerek dışarıda bıraktım. Çünkü Bolivya’daki bağlam bambaşka bir durumu işaret ediyor. Bolivya’da sokağa çıkan, ve günün sonunda kolluk güçlerinin de desteğiyle darbe yaparak sosyalist iktidarı alaşağı etmeye çalışan hareket; eşitsizliğe karşı bir mücadeledense, Amerikan emperyalizminin pençesinde bir Güney Amerika yaratma mücadelesi.
Ama Bolivya’da olanlara sadece “Amerika’nın oyunu” deyip geçmek en basit tabiriyle sol romantizmidir. Çünkü Amerika’nın yürüttüğü bu emperyalist oyunun halkın belirli bir kesiminde karşılık bulmasının dış müdahaleler kadar iç dinamiklerle de alakası vardır. Morales’in, yasal olarak bir kişi en fazla üç dönem üst üste başkanlık yapabiliyorken dördüncü dönemi için aday olması halkta bir yozlaşma ve diktatörleşme anksiyetesi uyandırmıştır. Üstelik Morales bunu, 2016’da bu limitin kalkması için referanduma gidip halktan “Hayır” cevabı almasına rağmen yapmıştır. Bu noktada görülmesi gereken şey, güç zehirlenmesi ya da iktidar hırsı gibi bireysel olguların, sosyalizm gibi kolektivist bir sisteme giden yolda tamamen törpülenmesi, hatta direkt bertaraf edilmesi gerektiğidir.
Komünizm, tanımı ve doğasından yola çıkarak, yönetimsel açıdan herhangi bir bireyin yahut grubun ön plana çıkarılmaması gereğini doğurur. Otoritenin kamulaştırılması da, üretim araçlarının kamulaştırılması kadar elzemdir.
9
Bu bağlamda proletarya diktatörlüğü kavramının ne kadar doğru anlaşıldığını ve yorumlandığını tekrar gözden geçirmekte fayda var. Marx’ın anlattığı proletarya diktatörlüğü ile Bolşevikler’in anladığı proletarya diktatörlüğü benim nazarımda oldukça farklı iki kavram.
Marx’a göre proletarya diktatörlüğü; tarihsel süreç içerisinde -ki bu süreç komünist devrim ile nihayete erecek, tamamlanacak, kapanacaktır-, iki sınıf arasındaki süregelen çelişkinin proletarya zaferiyle son bulmasına işaret eder. Bu zaferin tarihin sonunu getirmesinin nedeni; muzaffer olan sınıfın, sınıfsız toplum peşinde olan -yani bir başka deyişle, kendisini de bir sınıf olarak bertaraf eden- taraf olmasındandır. Marx’ın felsefesinde proletarya diktatörlüğü egemenliğin sınıflar arasında el değiştirmesinin değil, sınıfsızlığa geçişin temsilidir.
Bolşevikler için proletarya diktatörlüğü ise, devlet kurumunun sahip olduğu politik otoritenin proletarya tarafından kontrol edilmesi olarak yorumlanmıştır. Gerek öncü partinin ideolojik aygıtlarla devrimi teşvik etmesi, gerekse kolluk güçlerinin devrim karşıtı unsurlara karşı kazanımları savunması; devrimin başarısı ve selameti için önemli bir yere konulmuştur. Proletaryayı egemenleştirmeye çalışan bu yaklaşım, tabiri caizse, bir doku uyuşmazlığını beraberinde getirmiş ve anti-komünist propagandalar için uygun zeminler yaratmıştır.
Çünkü proletarya, tarihsel kimliği bakımından, egemen olma peşinde koşan bir sınıf değil; egemenlik kavramının bizatihi kendisini yerle yeksan etme peşinde koşan bir sınıftır.
Değişimin, devrimin, yeni dünya düzeninin peşinde olanlar için; statükoya, yani eski dünyaya ait kavramlardan tamamen vazgeçebilme iradesi gösterebilmek son derece önemli. Ne yazık ki, bugüne kadar vuku bulmuş hiçbir devrim (girişimi) devlet kurumundan vazgeçebilecek iradeyi gösteremedi.