Instagram Hikayesinde Şarkı Paylaşarak Devrim Yapmak

Dünden beri iki rap şarkısı gündemi epeyce meşgul etti. Özellikle günümüz hız toplumunda bir şeylerin parlaması ve sönmesi artık anlık olgular olduğu için bir anda her yerde bu şarkıları görür, duyar olduk. Muhalif insanları oldukça heyecanlandıran bu şarkılar için “Türkçe rap ile gelen devrim” yakıştırmaları bile yapıldı.

Öncelikle şunu belirtmem gerekiyor, yapılan işe ve ortaya çıkana saygım büyük. İnsanların heyecanlanmasını da küçümsemiyorum. Sadece birazcık da günlük hayattaki gerçeklikten, lamı cimi olmadan bahsetmek gerektiğini düşünüyorum.

Neredeyse yirmi yıldır -aslında çok daha uzun süredir- hüküm süren baskı, zorbalık ve adaletsizliğin toplumsal getirileri tabii ki oldu. Bunlardan en barizi şüphesiz kutuplaşma ve fanatikleşme. Otoriter rejimle yönetilen her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de toplumsal muhalefet oldukça yüksek. Bu dikta yönetimleri için bir nevi bedel, tüm o ayrıcalıkların karşılığında baş edilmesi gereken bir sorun. Bu sorunun çözümü için Amerika’yı yeniden keşfetmeye elbette gerek yok. Oldukça klasik bir yöntem mevcut: Yüksek otoriteden doğan tepkiselliği daha da yüksek otorite kullanımıyla baskılamak. Tabii ki kusursuz bir çözüm değil, çok temel bir problemi var. İşte Türkiye’nin sosyopolitik çatışmalarını bir rap şarkısıyla ilintili kılan nokta tam da burası.

Bu mevzubahis problem oldukça açık değil mi: Bu güç kullanımının sonu yok. Her baskı bir tepki doğuracak, bu tepki baskılanacak, bu baskılanma bir başka tepki doğuracak… Bu zincirleme olaylar silsilesi otoriter rejimler için oldukça tehlikeli. Çünkü her bir basamakta; (ne yazık ki) öldürülerek, ve hapsedilerek, ve fakirleşerek tabiri caizse biraz daha bağışıklık kazanıyoruz. Kaybettiklerimiz artıyor, dolayısıyla kaybedebileceklerimiz azalıyor. Toplumsal hafızada kendine yer edinen tutsaklık ve acizlik duygusu hiç hafife alınacak bir şey değildir. Yıllar boyu tüm bu kötülüklere maruz kalmanın bir noktada patlak vereceğini ve imkansız görüneni mümkün kılacağını geçtiğimiz yüzyıl içinde Afrika’da, Asya’da ve Güney Amerika’da emperyalizme karşı kazanılan bağımsızlık zaferlerinde görmek mümkün. Hâl böyleyken yönetici kesimin ufak bir yamayla, bir güncellemeyle bu çözümdeki açığı gidermesi gerekiyor. Günümüzde bu yama -ki bence tarihin en iyi işleyen yaması- şüphesiz sosyal medya.

Bir şeyi netleştirmekte büyük fayda var. Sosyal medya bizim fantezilerimizdeki gibi bir getto, bir manevra alanı, bir özgürlük sığınağı değil. İçimizde biriken enerjiyi boşaltmamız için açılmış bir oyun parkı sadece. Bunu fiziksel değil de sanal bir mecra olduğu için söylemiyorum. Sosyal medyanın günlük pratik hayata etkileri tartışılamaz derecede büyük tabii ki. Sadece neyi, ne kadar etkileyeceğini belirleme gücü bizde mevcut değil. Hayatın her alanında olduğu gibi, sosyal medyada da egemen güçlerin borusu ötüyor. Tüketimi artırıcı ve yönlendirici işlevi günlük hayatımızda büyük etki yaratırken, toplumsal ve siyasal konularda işlevi toz bulutuna karışan bir toz tanesinden öteye gidemiyor. Bunun nedeni de oldukça basit. Sosyal medyanın en önemli işlevlerinden biri de statükoya ve popüler kültüre karşı olan her ögeyi anında popüler kültürün bir parçası hâline getirmesi. Ne kadar eleştirel olursa olsun, günümüzde üretilen bir öge ya kitlelere ulaşamayacak ya da kitlelere ulaşma pahasına eleştirdiği şeyin bizzat kendisine dönüşecek. Her iki durumda da görüyoruz ki sosyal medya üzerinden ana akım düşünce setlerini ve yaşayış biçimlerini dönüştürmek mümkün değil.

Tam da bu yüzden ‘hashtag’lerin, change.org imza kampanyalarının, sivil toplum kuruluşlarının hazırladıkları içeriklerin pratikte elle tutulur bir faydasını ya da etkisini göremiyoruz. Bana kalırsa zararları bile var. Ben bunu fay hattı analojisiyle açıklıyorum. Yıllardır kırılma olmamış büyük bir fay hattı üzerinde yaşanan küçük bir deprem gibi görüyorum bu sosyal medyadan ülke kurtarma olayını. Depremden korkan insanları rahatlatıyor, çünkü orada biriken enerjinin bir nebze boşalması demek ileride daha büyük bir deprem olasılığının azalması demek. İşte bence biz insanlar da #susamam yazıp Spotify’dan şarkı linki paylaşarak bundan farklı bir şey yapmıyoruz. Küçük ve etkisiz bir tepkiyle biraz olsun içimizi serinletiyoruz. Yarın öbür gün aynı adaletsizliklerle karşılaştığımızda kendimizi “Ama ben susmadım” diye avutuyoruz. Üstüne bir de böyle sanatçılar tarafından önayak olunmuş ve toplumda kitlesel bir karşılık bulmuş bu tepkiye rağmen hâlâ bir şeylerin değişmediğini gördükçe iyice umutsuzluğa kapılıyoruz ve karşımızdakinin yenilmezliğini biraz daha fazla düşünmeye başlıyoruz. Halbuki karşısında mücadele ettiğimiz herhangi bir şeye herhangi bir zarar veremedik, aksine enerjimizi boşaltarak içlerini rahatlattık. Tek yaptığımız ritüelist bir şekilde, yani adeta adettendir diyerek, altı saniyemizi ayırıp bir hikaye atmak. Zaten 3 saat sonrasında, aynı hikayenin bir sonrasına, bir konserden ya da bir lokantadan fotoğraf atmaktan da geri kalmıyoruz.

Peki yapılmasa mıydı bu şarkılar? Hayır, tabii ki de yapılsın. Bana kalırsa çok daha güzel olabilirdi, o ayrı. Ben müzik eleştirmeni değilim, hele rap müzikten hiç anlamam. Ama kişisel olarak, özellikle Susamam’ı lirikal bağlamda biraz basit bulduğumu belirtmeliyim. Akla ilk gelen duyarlı cümlelerin kurulduğu bir çalışma olmuş gibi. Bir kamu spotu ya da hayat bilgisi ders kitabı tadında olmuş. Ezhel’in şarkısı ise bence özellikle belgeselvari yaklaşımlı videosuyla bir tık daha önde benim nazarımda. Ama tabii ki bu şarkılarda asıl tartışmamız, üzerinde durmamız gereken şeyler bu değil. Toplumsal ölçekte karşılık bulma kaygısı güden bu eserleri bu ölçekte değerlendirmek daha adil olacaktır. Bu bağlamdaki en büyük eleştirim de kadın katılımında sınıfta kalınması. Hayatın her alanında olduğu gibi, protest olduğunu iddia eden rap müzikte de erkek egemenliğin ne kadar büyük boyutta olduğunu bu çok sanatçılı projede bir kez daha gördük. Öte yandan, mevzubahis konulara ve sorunlara değiniliyor olması tabii ki önemli. Bu konularda sanatçıların aktif bir ses çıkarması, “susmaması” umut verici bir gelişme. Ama ne yazık ki sadece bu kadar. Bu şarkıların hedef kitlesi, yazının başında bahsettiğim kutuplaşmadan ötürü, bütün Türkiye toplumu değil de zaten bu konularda hassasiyetleri ve hoşnutsuzlukları olan insanlar. Dolayısıyla bu çalışmalar malumun ilanından öteye gitmekte zorlanacaktır. Toplumsal bir hareketlenme yaratmaları, hele de sosyal medya vesilesiyle bu kadar popülerleşmişken, oldukça zor. Bence en büyük işlevleri tarihselliğe katkıları olacak. Yarın öbür gün geriye dönüp bugünlere baktığımızda, nelerle mücadele ettiğimizi ve neleri yendiğimizi bize iyi anlatabilecek eserler olduklarını kabul etmek lazım.

Son olarak sanatçıların böyle bir ses yükseltmesine büyük saygı duyduğumu ve bunu değersizleştirmek gibi bir düşüncem olmadığını tekrar belirtmek istiyorum. Bence buradaki asıl sorun muhalif sanatın üretilmesiyle değil tüketilmesiyle alakalı. Bir anda büyük anlamlar yükleyip bir anda vazgeçmektense, yani içimizde biriken enerjiyi ve gerginliği bu vesilelerle boşaltmaktansa, onları tutmalı ve pratik gündelik hayatlarımıza daha büyük ölçeklerde kanalize etmeliyiz.

Leave a Reply

Fill in your details below or click an icon to log in:

WordPress.com Logo

You are commenting using your WordPress.com account. Log Out /  Change )

Facebook photo

You are commenting using your Facebook account. Log Out /  Change )

Connecting to %s